info@gizemocalan.com

Takip Edin:

ÇEVRE VE KALKINMASOSYAL ADALETSağlıklı Bir Çevrede Yaşama Hakkı Kapsamında Sürdürülebilir Kalkınma

Mart 11, 20230
Çevre Hakkı ve Hakkın Hukuki Niteliği

Çevre hakkı, 1982 Anayasası’nın Sosyal ve Ekonomik Haklar ve Ödevler bölümünde, Sağlık hizmetleri ve çevrenin korunması başlıklı 56. Maddesinde düzenlenmiştir. Maddenin ilk iki fıkrası doğrudan çevre hakkına ilişkindir:

Anayasa 56. Madde: (1) Herkes sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. (2) Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir. 1982 Anayasası çevre hakkına ilişkin başlı başına bir madde ihtiva etmese de çevre hakkının konusunun ekolojik olarak dengeli bir çevre olması düşünüldüğünde, 1982 Anayasası’nın çevre hakkını yaşam hakkıyla ilişkili olarak düzenlemesi önemlidir.

Çevre hakkının konusunu oluşturan ekolojik açıdan dengeli bir çevre; toprak, su, hava, iklim, bitki örtüsü, biyolojik çeşitlilik, kültür ve tabiat varlıkları başta olmak üzere çevrenin tüm öğelerinin doğal yapılarının korunduğu; kirlilikten uzak tutulduğu bir çevredir.

Çevre hakkının madde gerekçesinde sosyal haklardan olduğu belirtilse de doktrinde hakkın sosyal hak olmaktan çok pozitif statü hakkı olduğu yönünde de görüşler mevcuttur. Hakkın gerçekleştirilebilmesi için devletin çevreyi korumak, çevrenin kirlenmesini önlemek ve çevreyi geliştirmek şeklinde dinamik eylemleri gerektiren yükümlülükleri bulunmaktadır. Devletin, yalnızca çevreyi kirletmekten kaçınması çevre hakkının tesisi için yeterli değildir.

İnsanlığın karşılaştığı sorunların, bilimsel, teknolojik ve ekonomik gelişmeler karşısında çeşitlenip karmaşıklaştığı düşünüldüğünde, bu sorunları insan onuruyla bağdaşır nitelikte çözüme kavuşturma anlayışı doğmaktadır. Esasen çevre hakkının da bu nitelikte bir üçüncü kuşak inşan hakkı olduğu söylenebilecektir. Nitekim günümüzde kirlilik artık yalnızca bildiğimiz anlamda doğanın kirletilmesini değil, ekonomik rekabet, nüfusun artması, göç, plansız kentleşme, teknoloji ve endüstrinin öngörülemez hızda gelişmesi gibi olguları da kapsamaktadır.

Dayanışma hakkı olarak da kabul edilen üçüncü kuşak insan haklarından olan çevre hakkının bu niteliği, hakkın gerçekleşmesi için devletlerin, bireylerin, kamu ve özel hukuk tüzel kişilerinin ayrı ayrı ve beraber edimsel sorumluluğunu gerektirmektedir. 1982 Anayasası’nda da çevre hakkının herkes için tanınması yalnızca hakkın değil, ödevlerin de herkes için olduğunu ortaya koymaktadır.

SÜRDÜRÜLEBİLİR KALKINMA

A. ULUSLARARASI MEVZUAT BAKIMIDAN TANIMI VE KAPSAMI:

Sürdürülebilir kalkınma kavramı, ilk kez uluslararası hukukta 1989 yılında Brundtland Raporu’nda kullanılmıştır. Esasen bu tarihten önce, her ne kadar doğrudan Sürdürülebilir Kalkınma şeklindeki bir ifade ile olmasa da 1972 yılında Stockholm Beyannamesi’nde, ( İnsan Çevresine Dair Birleşmiş Milletler Beyannamesi ) insan çevresinin korunmasının ve geliştirilmesinin ekonomik kalkınmayı etkileyen büyük bir öneme sahip olduğu belirtilerek, insanın yaşadığı çevreyi dönüştürme gücünün bulunduğu ve bu gücün rasyonel kullanımı ile dünya çapında ülke vatandaşlarının kalkınmanın olanaklarından fayda sağlayabileceği ve bu şekilde yaşam kalitelerinin yükseltilebileceği üzerinde durulmuştur.

Stockholm Beyannamesi ’nde çevresel problemlerin gelişmekte olan ülkelerde az gelişmişlik sonucu, gelişmiş ülkelerde ise endüstrileşme ve teknolojik gelişmelerin sonucu doğduğu saptanmıştır.  Beyanname ’nin 6. Paragrafının son cümlesinde ‘‘ Bugünün ve gelecek kuşakların çevresini korumak ve iyileştirmek insanlık için hayati bir hedef haline gelmiş olup; bu hedef daha önce saptanmış olan barış ve dünya çapında ekonomik ve sosyal kalkınma hedefleriyle birlikte ve bunlarla uyum içinde gerçekleştirilecektir. ‘’ denilerek, 2002’de Johannesburg Beyannemesi’nde sürdürülebilir kalkınmanın üç temel ayağı olarak kabul edilen ‘‘ çevresel koruma’’, ‘’sosyal gelişme’’ ve ‘’ekonomik  kalkınma’’  şeklindeki unsurlar ortaya konulmuştur.

Ortak Geleceğimiz ( Our Common Future )- Brundtland Raporu

Kavramın ilk kez geçtiği Brundtland Raporu, bir diğer adıyla Ortak Geleceğimiz ( Our Common Future ) adlı rapor  1987’de Birleşmiş Milletler tarafından yayınlanmıştır ve raporun ruhuna hakim olanın, ekoloji ve ekonominin iç içeliğinin sağlanması olduğu söylenebilecektir. Bu rapor daha sonra Rio ve Johannesburg beyannameleriyle tamamlanmıştır.

Birleşmiş Milletler Dünya Çevre ve Gelişme Komisyonu, Brundltland Raporu’nda  sürdürülebilir kalkınmanın, ‘‘ İnsanlığın bugünün ihtiyaçlarının, gelecek kuşakların kendilerininkini karşılama kabiliyetlerini tehlikeye düşürmeksizin karşılanmasını sağlayarak, kalkınmayı sürdürülebilir kılma imkanı bulunmaktadır … sürdürülebilir kalkınma herkesin temel ihtiyaçlarının karşılanmasını ve yine herkesin daha iyi bir yaşama yönelik arzularını gerçekleştirebilmek için olanaklarının genişletilmesini  gerektirmektedir. Yerleşik yoksulluğa izin veren bir dünya, ekolojik ya da diğer her türlü felakete maruz kalmaya açıktır. ’’ şeklinde genel kapsamını ortaya koymuştur. Raporda, sürdürülebilir kalkınmanın, gerçekleştirilerek dünyaya sunulacak ve böylelikle sonlanacak olan bir durağanlıktan ibaret olmadığı, bilakis dinamik ve devingen bir değişiklik süreci olduğu vurgulanarak sürdürülebilir kalkınmanın genel bir tanımı da yapılmıştır. Bu göre:

‘‘ (…) sürdürülebilir kalkınma, sabit bir denge hali değil, kaynakların işletilmesinin, yatırımların yönetilmesinin, teknolojik gelişmenin yönlendirilmesinin ve kurumsal değişimin, geleceğin ve bugünün ihtiyaçlarına uygun olarak belirlendiği bir değişiklik sürecidir.’’

Raporda, bir süreç olarak belirlenen sürdürülebilir kalkınmanın sağlanmasında, ayrı ayrı devletlere, özel kuruluşlara ve bireylere değil, bunların tamamına birlikte ödev ve yükümlülükler yüklemektedir.

Birleşmiş Milletler Rio Çevre ve Kalkınma Beyannamesi

Brundtland Raporu’ndan sonra 1992 yılında Birleşmiş Milletler Rio Çevre ve Kalkınma Beyannamesi kabul edilmiş ve sürdürülebilir kalkınmaya ilişkin Brundland Raporu’nda ifade edilenler Rio Beyannamesi’nde belirlenen ilk on iki ilkede vücut bularak somutlaşmıştır. Nitekim, Stockholm Beyannamesi’nin merkezinde insan çevresi varken Brundlandt Rporu’nda ‘ sürdürülebilir kalkınma’ ifadesinin kullanılması düşünüldüğünde ve Rio Beyannamesi’nin de Brundland Raporu doğrultusunda hazırlandığı gözetildiğinde, bu beyannamede de insan çevresinden sürdürülebilir kalkınmaya doğru güçlenen bir dönüşüm olduğu söylenebilecektir.

Birleşmiş Milletler Rio Çevre ve Kalkınma Beyannamesi’nin en önemli sonucunun, gelişmekte olan ülkelerle endüstriyel ülkelerin menfaatleri arasında kurulan denge olduğu değerlendirilmiştir. Rio Beyannamesi’nin ilk ilkesinde, ‘ İnsan sürdürülebilir kalkınma kaygılarının merkezinde yer alır. Herkesin doğayla uyum içinde sağlıklı ve üretken bir yaşama hakkı vardır.’ denilmiştir. Anılan ilkenin aktardığımız bölümünün normatif yönünün zayıflığı da dikkat çekmiştir; keza  ‘ İnsan sürdürülebilir kalkınma kaygılarının merkezinde yer alır.’ şeklindeki ifade ile ne bireylere açık bir hak tanınmış, ne de devlete açık bir ödev yüklenmiştir.

Johannesburh Beyannamesi

1992 Rio Beyannamesi’nin ardından 2000 yılında ise Birleşmiş Milletler’e üye olan devletler Milenyum Beyannamesi’ni kabul etmişlerdir. 2002 yılında yine Birleşmiş Milletler tarafından Johannesburg’da Dünya Sürdürülülebilir Kalkınma Zirvesi gerçekleştirilerek Johannesburg Sürdürülebilir Kalkınma Beyannamesi ve Johannesburg Eylem Planı kabul edilmiştir. Johannesburh Beyannamesi’nde, Rio Beyannamesi’nde belirlenen hedeflere yönelik daha somut adımlar belirlendiği söylenebilecek olup beyannamede, yukarıda da anıldığı gibi sürdürülebilir kalkınmanın ekonomik kalkınma, sosyal gelişme ve çevresel koruma şeklindeki üç temel unsuru  ortaya konulmuştur.

Johannesburg Beyannamesi’nin bazı maddeleri ile daha önce Brundland Raporu ve Rio Beyannamesi’nde oluşturulan amaç ve hedefler, özellile de yoksullukla ve çevresel yıkımla ilgili hedefler daha somut hale getirilmiştir.

Görüldüğü gibi uluslararası mevzuatta Sürdürülebilir kalkınmanın beyannamelerle ( soft law) düzenlendiği görülmektedir. Bu hususta, tüm devletlerin konsensüs sağlayacağı uluslararası anlaşmaların ( hard law ) imzalanmasının uzun yıllar alacağı, bu nedenle hedeflere ulaşmanın hızı bakımından belgelerle düzenlemeler yapıldığını ileri süren görüşler bulunmaktadır. Buna karşın bazı beyannamelerin ( Helsinki Nihai Senedi ) devletlere somut bir biçimde yükümlülükler yüklediği de açıktır.

Sürdürülebilir kalkınma kavramı her ne kadar beyannamelerde belirlenmekteyse de onun yöneldiği çevresel koruma, sosyal gelişme ve ekonomik kalkınma gibi amaçlara ulaşmak bakımından, bağlayıcılığı olan uluslararası antlaşmalar da bulunmakta olup çalışmamızın kapsamı itibariyle bu hususta geniş izaha yer verilememektedir.

B. İÇ HUKUKTA SÜRDÜRÜLEBİLİR KALKINMA

2872 sayılı ÇEVRE KANUNU

İç hukukta sürdürülebilir kalkınma bu kavram altında ayrı bir madde ile düzenlenmemiştir. 1982 Anayasa’sında sürdürülebilir kalkınmanın üç ayağına ( çevresel koruma, sosyal gelişme ve ekonomik kalkınma ) ilişkin hak ve yükümlülükler öngörülmüştür. Çevre Kanunu’nda ise Amaç başlıklı 1. Maddesinde, ‘‘Bu Kanunun amacı, bütün canlıların ortak varlığı olan çevrenin, sürdürülebilir çevre ve sürdürülebilir kalkınma ilkeleri doğrultusunda korunmasını sağlamaktır.’’ denilmiştir.

Brundland Raporu’nda yukarıda anılan sürdürülebilir kalkınmanın sabit bir denge hali değil, faaliyetlerinin geleceğin ve bugünün ihtiyaçlarına uygun olarak belirlendiği bir değişim süreci oluşuna ilişkin temel tanımı, iç hukukta Çevre Kanunu’nun Tanımlar başlıklı 2. Maddesinde Sürdürülebilir çevre ve Sürdürülebilir kalkınma tanımlarında da benzer şekilde yer almaktadır:

‘‘ Sürdürülebilir çevre: Gelecek kuşakların ihtiyaç duyacağı kaynakların varlığını ve kalitesini tehlikeye atmadan, hem bugünün hem de gelecek kuşakların çevresini oluşturan tüm çevresel değerlerin her alanda ( sosyal, ekonomik, fiziki vb. ) ıslahı, korunması ve geliştirilmesi sürecini, Sürdürülebilir kalkınma: Bugünkü ve gelecek kuşakların, sağlıklı bir çevrede yaşamasını güvence altına alan çevresel, ekonomik ve sosyal hedefler arasında denge kurulması esasına dayalı kalkınma ve gelişmeyi…ifade eder. ’’

1982 ANAYASASI

1982 Anayasası’nda sürdürülebilir kalkınmanın çevresel koruma, sosyal gelişme ve ekonomik kalkınma şeklindeki üç unsuruna ilişkin hak ve yükümlülükler öngörülmüştür. Dolayısıyla Anayasa’nın sürdürülebilir kalkınma sürecinin uygulanmasında devreye girdiği söylenebilecektir. Çevre hakkı kapsamındaki sürdürülebilir kalkınmanın ulusal hukuktaki yorumu ve uygulanması ise kaçınılmaz olarak uluslararası hukukla ilişkili olacaktır.

1982 Anayasası’nda çevrenin ve kültür varlıklarının korunmasına ilişkin hükümler bulunmakta olup bu hükümlerin pratiği ve yorumu için çevre hakkının yaşama ve sağlık haklarıyla birlikte ele alınması gerekmektedir. Anayasa’nın 56. Maddesinde çevre, sağlık ve yaşama hakkı içiçe düzenlenmektedir. Anayasa Mahkemesi 56. maddede düzenlenen hakları şu şekilde değerlendirmiştir:

‘‘ (…) sürdürülebilir çevre ve sürdürülebilir kalkınma ilkelerinin içeriği itibariyle hem bugünün hem de gelecek kuşakların çevresini oluşturan tüm çevresel değerlerin her alanda ıslahı, korunması ve gerçekleştirilmesi ile sağlıklı bir çevrede yaşamasını güvence altına aldığı açıktır.’’ ( AYMK, E.2006/99, K.2009/6, 15 Ocak 2009 )

Çevre hakkına ilişkin 56. maddedeki düzenlemenin Anayasa’nın 65. maddesiyle de beraber yorumu hakkın uygulanması bakımından önemlidir. Nitekim 65. Madde hükmü ile Anayasa, sosyal ekonomik haklar bakımından Devlet’i  mali imkanları ölçüsünde yükümlü kılmıştır. Anayasal çevre hakkını ve sürdürülebilir kalkınmayı sağlık ve yaşam haklarıyla beraber değerlendirebilmek bakımından 65. maddenin öneminin yanı sıra Anayasa’nın 5. maddesinin de 56. madde ile beraber yorumu önemlidir. Anayasa Mahkemesi bu husustaki bir kararı ile şu tespiti yapmıştır:

 ‘‘ Anayasa’nın 5. maddesiyle kişilerin ve toplumun refahı, huzur ve mutluluğunu sağlama ve insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlama ödevi Devlete verilirken, 56. maddesiyle de herkesin sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahip olduğu belirtilerek, bu hakkı korumanın yine devletin ve vatandaşların ödevi olduğu vurgulanmaktadır.’’ denilerek iki madde arasındaki bağlantı kurulmuş, kararda ayrıca ekonomik, bürokratik ve fiili yükümlülüklerin sağlıklı bir çevrede yaşama hakkını bertaraf etmeyeceği tespiti de yapılarak bir bakıma bu yükümlülüklerin sınırı çizilmiştir. ( AYMK, E 2011/110, K 2012/79, 24 Mayıs 2012 )

Bireysel başvuru hakkının düzenlendiği Anayasa’nın 143. maddesi ile özel yaşam ve konut dokunulmazlığına ilişkin 20. ve 21. maddelerinin de 56. madde ile bağlantısı yine bir Anayasa Mahkemesi kararı ile kurulmuştur:

‘‘… sağlıklı bir çevrede yaşama hakkının Anayasa’nın özel hayata ve aile hayatına saygıyı güvence altına alan 20. maddesi ve konut dokunulmazlığını düzenleyen 21. maddesi kapsamında ve söz konusu hükümlerde yer alan hukuksal çıkarlar üzerindeki etkisi dikkate alınarak değerlendirilmesi gerekmektedir.’’ ( AYMK, Binali Özkaradeniz ve Diğerleri, 2014/4686, 1 Şubat 2018 )

1982 Anayasası çevrenin korunmasının yanı sıra geliştirilmesini de açıkça düzenlemiş ve bu hususta hem devlete hem de vatandaşa yükümlülük ve ödevler yüklemiştir. Bu nedenle, çevre hakkının bir pozitif statü hakkı olduğu eleştirisi güçlenmekte ve hakkın bir dayanışma hakkı olduğunun kabulü gerekmektedir.

Yalnızca devlet ya da devlet eliyle özel kuruluşların yükümlülükleri değil, bireysel sorumluluk ve yükümlülüklerin önemi üçüncü kuşak insan haklarından olan çevre hakkının tesisinde yadsınamayacak derecede büyüktür. Bu anlamda hakkın gerçekleştirilebilmesi için topyekün bir ödev ve yükümlülükler ağının oluşması gerektiği açıktır. Bu bağlamda Anayasa’nın 2. maddesinde yer alan ‘milli dayanışma’ ifadesinin de önemi üzerinde durulabilecektir.

Anayasa’nın 43 ila 45. maddeleri ile 63., 169., ve 170. maddelerinde de sırasıyla, kıyılardan yararlanılmasına, toprakların korunması ve çiftçinin toprak sahibi kılınması esaslarına, tarım arazilerinin hayvancılığın ve üreticinin korunmasına, tarih, kültür ve tabiat varlıklarının korunmasına, ormanların korunmasına ve orman köylülerinin korunmasına ilişkin düzenlemeler mevcuttur.

SONUÇ VE DEĞERLENDİRME:

Neticeten, sürdürülebilir kalkınmanın daimi işlevselliği için günümüzde ihtiyaç duyulan temel ilkenin dayanışma olduğu, dayanışmanın da bir görev bilincinden ziyade, içselleştirilmiş eylemler zincirinin bir tezahürü olması gerektiği açıktır. Bu nedenle ne insanın çevreye ne de çevre haklarının insana üstünlüğü anlayışıyla bakmak doğru olacaktır. Sürdürülebilir kalkınmanın doğa ve insanı bir bütün olarak görmekle mümkün kılınabileceği düşüncesine katılmaktayız.

Dayanışma bilincine ulaşmak tıpkı yakın zamanda Covid 19 sürecinde yaşadığımız gibi, bir eylem birliği zorunluluğunu doğurmaktadır. Virüsten korunmak için bir başkasının da virüsten korunmasını sağlamak gerekliydi. Enfekte olmamanın ilkeleri ile enfekte etmemenin ilkelerinin benzer olduğu anlaşıldı.( KILIÇ, Türker, ‘Beyin Nedir?’den Yaşam Nedir?’e’ Epsilon Yayınları, 2021, s.135) Devletin bu yönde tedbirler alması, kamu ve özel hukuk tüzel kişilerinin çalışma şartlarını buna göre revize etmesi, salgının zorunlu sonucu olarak gerçekleşti. Salgın, dayanışma hakkını bizlere hatırlatarak hakkı kendiliğinden gerçekleştirdi.

Çalışmamızda bahsi geçen hukuksal düzenlemelerin geliştirilmesinin yanı sıra, bugün hakim olan tüketim kültürü düşünüldüğünde, sürdürülebilir kalkınmanın, hapsolduğu bu kavramsal kısıttan özgürleşip kendini gerçekleştirmeye başlayabilmesi için gerek artık bir zorunluluktan ziyade ihtiyaç halini alan sınırsız tüketim alışkanlıklarının değişmesi, gerek doğa ile insanın birliği bilincinin oluşması ve gerekse çoğulcu demokrasi anlayışının yerleşebilmesi bakımından köklü bir paradigma değişimine ontolojik anlamda da ihtiyaç duyulduğunun açık olduğu düşüncesindeyim.

Çoğulcu demokrasi anlayışının, bilhassa eşitlik ilkesi bakımından öneminin üstünde durulması gerektiği görüşündeyim. Nitekim, Baudrillard’ın Tüketim Toplumu adlı kitabında altını çizdiği gibi: ‘‘… zenginliklerin mutlak miktarı ne olursa olsun sistemli bir eşitsizliği içererek dengelendiği kabul edilir…’’ ( Baudrillard J, ‘ Tüketim Toplumu ’, Ayrıntı Yayınları, 2015 ) Sürdürülebilir kalkınmanın da yalnızca çevresel ve ekonomik perspektif üzerinden değil, anılan sosyolojik ve felsefi olguları da dışlamayan bir anlayışla gerçekleştirebileceği kanaatindeyiz.

Av. Gizem Duygu ÖCALAN, LL.M.

Çalışmamıza esas teşkil eden temel kaynak : Boyar O, “Anayasa ve Sürdürülebilir Kalkınma” (2020) 78(4) İstanbul Hukuk Mecmuası 1921. https://doi.org/10.26650/mecmua.2020.78.4.0007

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

info@gizemocalan.com

Follow us:

Tüm hakları saklıdır. 2024
Gizem Duygu Öcalan